Dolar
32.32
Euro
34.92
Altın
2,210.23
ETH/USDT
3,603.10
BTC/USDT
71,345.00
BIST 100
9,057.36
Analiz

70. yılında Hindistan'ın bağımsızlığı

Soğuk Savaş yıllarında öne çıkan ve güney hareketi olarak güncellenen Bağlantısızlar Hareketi küresel güçler karşısında etkin varlık gösteremediği gibi bu hareketin öncüsü konumundaki Hindistan, giderek Batı'ya yaklaşan bir siyasi çizgi sergiledi.

Mehmet Özay  | 15.08.2017 - Güncelleme : 15.08.2017
70. yılında Hindistan'ın bağımsızlığı

İstanbul

KUALA LUMPUR - MEHMET ÖZAY

Bağımsızlığının 70. yılını kutlayan Hindistan, sömürgecilik dönemi kadar belki de daha çok bağımsızlığa giden süreçte yaşanan toplumsal ve siyasal gelişmelerle yüzleşmeyi bekliyor. Bu sürecin bugüne yansıyan en görünür yanını ise Keşmir sorunu teşkil ediyor.

Hint alt kıtası olarak da anılan ülkenin bağımsızlığı tek başına gelmedi. Aksine aynı dönemde sancılı bir sürece tekabül edecek şekilde Pakistan da bağımsızlığını elde etti. 2. Dünya Savaşı’nın hemen akabinde birkaç yıllık zaman diliminde yaşananlar bugün her iki ülke toplumlarının hafızalarında canlılığını koruyor. Bölgenin siyasi ve toplumsal haritasını yeniden şekillendiren sürecin 1947’de bitmediği, 1971 yılında o dönem Doğu Pakistan olarak anılan Bangladeş topraklarında yeni bir bağımsızlık olgusunun ortaya çıkmasıyla görüldü. Bugün üç farklı devlet çatısı altında bir araya gelen bölge halkları, farklı din ve etnik yapılara mensup olmakla birlikte genel itibarıyla aynı kadim geçmişi paylaşıyor.

Bağlantısızlıktan liberalleşmeye

Hindistan’ın kurucu siyasi iradesi Kongre Hareketi’nin bağlantısızlık ilkesi, aradan geçen süreçte küresel siyaset üzerinde arzu edilen ölçüde belirleyici olamadı. Öyle ki Soğuk Savaş yıllarında öne çıkan ve daha sonra güney hareketi olarak güncellenen Bağlantısızlar Hareketi küresel güçler karşısında etkin bir varlık gösteremediği gibi bu hareketin öncüsü konumundaki Hindistan, giderek Batı'ya yaklaşan bir siyasi çizgi sergiledi.

İç siyasette aynı ailenin mensuplarının liderliğinde uzun dönem iktidarı elinde tutan Kongre Hareketi, sekülerlik gibi temel ve kurucu ilkeye bağlılık gösterse de ekonomi politikalarında ufuk açıcı bir atılım gerçekleştiremedi ve izlenen politikalar geniş kitlelerde karşılığını bulamadı. Bunlara eklenen yaygın yolsuzluk olayları, neticede Hindu milliyetçiliğinin yeşermesi için uygun bir toplumsal zeminin oluşmasına yol açtı.

Ancak Soğuk Savaş'ın bitiminde, yani Başbakan Narasimha Rao döneminde (1991-1996) liberal ekonomiye kapılarını açan Hindistan, bugün benzer bir ekonomik açılım sürecini tecrübe ediyor. Daha önce ülkenin önde gelen ticaret merkezlerinden Gücerat eyaleti başbakanlığı yapan Narendra Modi’nin 2014 yılında başbakan olmasıyla, ekonomiyi düzlüğe çıkartması beklenen politikalar uygulanmaya başlandı. Aradan geçen üç yılda Modi yönetimi, günün gerektirdiği küresel ekonomik ve siyasi açılımlarına eklemlenecek şekilde adımlar atarak, uluslararası ticaret ve yatırımlar konusunda çeşitli ülkelerle önemli anlaşmalar imzaladı.

Hindu milliyetçiliği tehdidi

Başbakan Modi’nin handikaplarından biri, mensubu olduğu Bharatiya Janata Partisi'nin (BJP), Hindu milliyetçiliğine yaslanan politikalarını çok dinli ve kültürlü Hint toplumunda uygulamak istemesinde yatıyor. Partinin ve siyasi lider olarak Modi’nin iktidara gelmesinde Hindu milliyetçi kitlelerinin desteğini alması siyasi bir angajman olarak kabul edilebilirse de, Uttar Pradeş eyaletinde gözlemlendiği gibi aşırı milliyetçi çıkışlar çok dinli ve kültürlü Hint toplumunda ulusal barışı tehdit etmekle kalmayacak küresel anlamda da tepkilere yol açacak.

Bu noktada önemli bir ekonomi zekasına sahip Modi’nin sosyal zekasını da rasyonel bir şekilde kullanması gerekiyor. Ancak bu şekilde Hindistan toplumunun önünü açacak imkanlar ve ihtimaller gündeme getirilebilir. Nitekim içinde şiddet eğilimleri barındıran bu eğilimin ülkenin potansiyel ekonomik gelişimine ve uluslararası ilişkilerine de darbe vuracağı, Hindistan'ın bölgesel ve küresel bir güç olma iddiasını zayıflatacağı kesin.

Bu sürecin başlatılması ve toplumda karşılık bulması için siyasetçiler, entelektüeller ve akademisyenlerin yoğun bir çaba harcaması gerekiyor. Hindistan’ı bir ‘Hindu yurdu’ olarak kabul eden ve bunun psiko-tarihi yönünü ise uzun yüzyıllar boyunca Müslüman devletler egemenliğinde yaşamaya bağlayan yaklaşımın yeni bir tarih ve siyaset anlayışı geliştirmeli. Bunu da genel anlamda toplumsal barışı bir ön kabul olarak değerlendirerek yapabilir.

Müslümanların ülke barışına katkısı

Ülke nüfusunun yüzde on beşine yaklaşan Müslüman kitlenin ise kendi aralarında farklılıkları bir kenara bırakmak ve Hindistan toplumu içerisinde barışa ve kalkınmaya katkı yapacak bir yönelim sergilemeleri gerekiyor. Aradan geçen yetmiş yıla rağmen, ayrışma döneminin sancılarının bir türlü ortadan kaldırılamaması bu sürecin en zorlu aşamasını teşkil ediyor.

Öte yandan Müslüman kitlelerin tarihsel ve sosyolojik olarak etkileşim halinde oldukları Güney Afrika, Ortadoğu, Güneydoğu Asya Müslüman toplumlarıyla ilişkileri ve yönetime bu alanlarda rehberlik yapabilecek kapasiteleri olduğunu dikkate almakta fayda var. Bu bağlamda, Hindistan müslümalarının eğitim, ticaret ve sivil toplum alanlarında ilgili bölge ve ülkelerle mevcut ilişkileri bir üst safhaya taşımaları sadece Hindistan barışına değil, bölgesel ve küresel barışa da katkı anlamına gelecektir.

Çin’e rakip bir güç

Hindistan bugün bir dönüşümün arefesinde: Bölgesel ve küresel gelişmeler karşısında siyasi varlığını devam ettirme ve yeni oluşumlar içerisinde yer alma sürecinde. Ekonomik kalkınmayı öncelediği izlenimi veren Hindistan, bir yandan da çeşitli ülkelerle askeri işbirlikleriyle ve harcamalarıyla dikkat çekiyor. Bunda hiç kuşku yok ki Çin’in kara ve deniz ipek yolları projeleri gibi agresif jeopolitik ve ekonomik nüfuz politikalarının rolü var.

Bununla birlikte, bazı dış aktörlerin de Hindistan ve Çin’i bir kamplaşma içine çektiğini söylemek mümkün. Bu durumda, Hindistan yönetiminin aktif bir dış politika izlemesi kadar, Çin karşısında bölgede yeni stratejik denge arayışındaki (örneğin ABD ve ASEAN gibi) yapılar tarafından bu tür politikalara yönlendirilmesi de anılmalı. Bu bağlamda, Çin’in 1980’lerde başlayan ve 2010 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne kabul edilmesiyle önemli bir aşamaya ulaşan ekonomik gelişiminin siyasi ve askeri açılımlara yol açması karşısında, Hindistan’ın bir denge unsuru olabileceği güçlü bir şekilde gündeme getiriliyor ve bu yeni bir sürece tekabül etmiyor.

Öyle ki, 1960’lı yıllarda dönemin başbakanı Nehru, güneydoğu Asya ülkelerini “Coca Cola ülkeleri” olarak adlandırırken, 1980’lerin başında ASEAN Hindistan’ı diyalog ortaklığına davet etmişti. 1990’larda ise, bu sefer ekonomik ve siyasi yapılanmasında mesafe kat eden Çin’e karşı bir güç dengesi arayışındaki ASEAN, yine Hindistan’ın kapısını çalıyordu.

Bugün ise Hindistan, Çin’e karşı ABD ile bölgedeki müttefikleri Japonya ve Avustralya ile siyasi ve askeri birliktelikler içerisinde yer alıyor. Uzun bir dönem sömürgecilik altında bulunmuş Hindistan’dan, örneğin Çin’in yaptığı gibi agresif bir dış politika beklemek de mümkün değil. Bu noktada, Hindistan’ın dış politikasına yön veren unsurun, iç güçlerce ulusal hedefler bağlamında oluşturulmasından daha çok, dış aktörlerin kayda değer bir itici gücü olduğundan bahsetmek mümkün.

Kapsamlı reformlara ihtiyaç var

Bölgesel işbirliklerinde dış aktörlerin tetikleyici etkisi bir yana, Hindistan yönetiminin üstesinden gelmesi gereken iç siyasi ve toplumsal sorunları var. Çin’in aksine, merkezi ve hiyerarşik bir siyasi yönetime sahip değil. Eyaletlerde, farklı etnik ve dini yapıların bağlı olduğu siyasi gücü elinde tutan yerel partiler öne çıkıyor. BJB ve Kongre Partisi gibi ulusal partilerin ülke genelinde başarı için bu yerel siyasi partilerle kurduğu çeşitli çıkar ilişkileri bir siyasi yozlaşma kaynağı da olabiliyor. Bu süreç, eyaletlere görece bir ‘özerklik’ getirdiği söylense de, hem siyaset hem ekonomi bağlamında makro düzeyde siyasi istikrarsızlığı neden oluyor.

Bugün Hindistan’ın nükleer güce sahip bir ülke olması veya ülkenin enformasyon teknolojilerinde kayda değer bir genç nüfusa sahip oluşu, siyasi ve toplumsal sorunların görmezden gelinmesine yol açmıyor. Hindistan’ın, nükleer gücünü, aynı ırka mensup halkların oluşturduğu yanı başındaki Pakistan’a karşı geliştirmesi de bir tezat. Bu durum, hiç kuşku yok ki, kayda değer Müslüman azınlık nüfusu da dikkate alındığında, hem ulusal hem de bölgesel bir soruna kaynaklık ediyor. Bu noktada, iki ülke ilişkilerinde belirleyici olan Keşmir sorununun çözümü için Hindistan yönetiminin adım atması gerekiyor.

Bugün Hindistan yaşadığı siyasi ve ekonomik sorunların büyükçe bir bölümünü sömürge dönemi güçlerine yıkmak mümkün. Ancak aradan geçen uzun bir dönemden sonra bugün, dini ve etnik temelleri toplumsal birliğin önünde bir engel teşkil etmeyecek bir ‘sosyal düzen’ anlayışına ve ekonomide geniş toplum kesimlerinin kendi ayakları üzerinde durabileceği bir yapıya ihtiyaç var. Hindistan yönetimi, her kesime mensup aydınları, din adamları ve orta sınıfı, milyarı aşkın insanın barış ve refah içerisinde yaşayacağı bir ortamı oluşturma yükümlülüğünü taşıyor.

Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.
İlgili konular
Bu haberi paylaşın